Olay Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi ya da Külliyesi olarak bilinen sınırlar içerisinde geçmektedir…
17 Şubat 2025 Pazartesi günü saat 14:00 ile 15:00 civarlarındaydı… Aylardır bir arkadaşım “‘Millet Kütüphanesi’ne gidelim” deyip duruyordu sürekli. O gün benim diğer işlerime de yardımcı olduktan sonra boş vaktimizin fazlaca çok olduğunu gördük. Arkadaşım bu durumdan istifade edip o malum teklifi tekrar edince; “hadi gidelim” dedim. Altımızda arabamız da var ki, kim tutabilir ve durdurabilir bizi.
Tek bir dezavantaj varsa o da havanın kısmen sert bir soğuğa sahip olması. Onu da zaten kıyafetlerimizle kamufle etmeye çalışıyoruz. Montumuz falan bile var yani üzerimizde. Arkadaşımın tek eksiği şapkası. Ben kafayı üşütmeyeyim diye Atatürk kalpağımı takmışım mis gibi. “Kaptan güzergahımız Millet Kütüphane’si” dedim.
Yerleşke veya Külliye diye de söylenen Cumhurbaşkanlığı’nın kütüphanesine giriş bölümünden arabamızla yöneldik. Daha tekerleklerimiz ilk santimlerini dönmüştü ki; şlak şlak şlak fotoğrafımız çekildi, göz alıcı patlayan kırmızı ışık eşliğinde. Yarım ya da 1 metre ilerleyince de arabamız kontrolden geçti. Yaklaşık 2 metre daha ilerleyebilince araç ruhsatı ve kimliklerimiz kontroldeydi.
Allahtan sicillerimiz temiz. Neyse, bu silsileyi atlattık ve aracımızı uygun bir yere park edip, ben akülü tekerlekli sandalyemi sürerek arkadaşım da yanımda yürüyerek kütüphane binasına girdik ama bir güvenlik ordusu da buradaydı. Tek kişisi bir tabur eder yani, o derece. Arkadaşım soğuktan ellerini ovuşturarak, ben kalpağımın içine gömüle gömüle yeni güvenliklere doğru ilerledik.
Arkadaşımın x-ray geçişi kolay oldu. Ya benimkisi? Bakın anlatayım…
Akülü arabamın arkasında neredeyse sabitleyerek bağladığım bir sırt çantam var. Alış-veriş yaparken aldıklarımı koyabilmek için. Ki o gün bomboştu. Sırt çantama yedek manasında yanına bağladığım bir kumaş poşet daha vardır, küçük ek bir iple sıkıca bağlı. O da boştu. Ben unuttuysam bile en fazla kırmızı kılıf içerisinde yağmurluğumu bulabilirdi. Arka taraftan öne doğru sırasıyla devam edecek olursam: İki adet daha küçük boyutta kuma poşetim var! Birinde özel ihtiyacımı giderebilmek için camdan boş bir kavanoz, diğerinde ise; telefonumun bataryası yeterince güçlü olmadığı için (yani eskimişliğinden) sürekli takılı olan 80.000 mah’lık powerbank’im vardır hep. Kucağımda da kumandama asılı çantam vardı… A bir dakika, hakkını yemeyelim! Sağ kolçağımın altında da arabamın orijinalliğinden beri sabit duran siyah bir çanta daha var.
Çok saygıdeğer güvenlik görevlisi bir bey beni arama yapmak üzere yanına çağırdı. Derhal yanına yaklaştım. Çantalarımı kapalı kutu gibi olan x-ray aramasından geçirmesi gerektiğini belirtti. Ben de gayet olumlu bir şekilde joystick şeklindeki kumandama asılı çantamı kolaylıkla alabileceğini buna karşın sırt çantamı çıkartamayacağını anlattım. Kucağımdaki çantayı kabinden geçirdikten sonra sanki başka hiçbir çantam yokmuş gibi sırt çantama kitlendi.
“Çantanızı çıkartmak zorundayız.”
“Çok zor olur çıkartamazsınız ki.”
“Yapmak zorundayım.”
“Başka bir yolu yok mu?”
“Maalesef, böyle gerekiyor.”
“Elinizle arasanız?”
“Mümkün değil.”
“Güvenlik noktalarında kullanılan o diğer aparat yok mu?”
“Yok.”
“Başka bir yol da mı yok?”
“Gerekirse kerpetenle onu oradan sökerim.”
“Nasıl yani ya?”
Durumu şaşkınlıkla izleyen ve acayip gerilmiş olan arkadaşıma dönüp “gidelim” dedim. Ama içimden de ‘lanet olsun’ diyordum, ‘alın kütüphanenizi…’
Arkadaşım benim beklememi söyleyerek tüm hışmıyla üst görevlilerle görüşmek üzere içeri girdi, yüksek ses tonuyla söylenerek hem de. Ve yaklaşık 15-20 dakika sonra geri geldi. Ama geliş şeklinden belliydi! Onun da oradaki çabasının sonuç vermediğini yüzündeki ifadeden anladım.
“Gidiyor muyuz?”
“Hayır abi! Sorumlu kişiyi bulacağız.”
Aracımızla girdiğimiz girişe geri gittik. İlgili kişiyi sorduk. Hemen yanımıza geldi. Son derece alakalı bir şekilde sıkıntımızın ne olduğunu sordu ve öğrendi.
“Olur mu öyle şey? Nasıl almaz? Hadi öyle bir durum var, bize yönlendirerek halledebilirdi! Böyle durumlarda eğer arama yapmaktan imtina ediyorsa, biz ‘bomba imha’dan arkadaşımızı çağırıyoruz. O kontrol edip tutanağı hazırlıyor ve talimatla sizin içeri alınmanız sağlanıyor… En son kertede bu uygulanıyor. Bu aşamaya gelmeden elle arama da yapabilir.”
Şaşkınlığımız tavan noktasında, arkadaşımla birlikte! Anladık ki o güvenlik gıcıklık yapmış. Ama neye gıcık olduğu bizim için bugün bile hâlâ kaoslu bir muamma. Şahsın sorunu neyse artık, hırsını bize patlatmış demek ki.
Bizi çok sakin karşılayan güvenlikçi arkadaşlar gerginliğimizi gidere bilmek için resmen seferberdiler. Çaylar falan ikram edildi yani o derece. ‘Bomba imhacı arkadaş geldi. Lâkin hiç öyle hayal ettiğiniz gibi değildi o arkadaş. Sanmayın ki zırhlı. Zannetmeyin ki tam tekmil cihazlı. Hiç abartmıyorum yemin ederim; adeta lüks bir restoranın, elinde kalem el feneriyle valesi… Arkadaşımla donakalan bir tarzda birbirimize bakakaldık. Lâkin kahkaha atmadık, atamadık.
Beni başka bir sandalyeye kısa bir süre için oturttular. Sonra bomba imha uzmanı beyefendi, o el feneriyle arabamı kontrol edip, olur verdi. Tutanak hazırlanırken beni tekrar kendi akülü sandalyeme aldılar. Oldukça ilgili, nazik ve kibar olan bu görevli arkadaşlar bizi tekrar kütüphaneye yönelttiler.
Arkadaşımla mutlu, mesut tekrar kütüphaneye giriş yaptık. “Çanta da çanta, ille de çanta” diye tutturan güvenlik, sanırım şefi ya da amiri tarafından sohbete çağrılmış ve bizim konu analiz ediliyordu ki; onun yerinde başka bir bey vardı. Yanına yaklaşıp durumu çözdüğümüzü anlatıyorduk, bir tuhaf olmuş gibi anlam veremeden dinledi.
“Allah! Olur mu öyle şey? Gerekliyse el araması yaparız, yeterli olur efendim.”
“Evet işte bu! Çözüm odaklı bir yaklaşım. İşte böyle olması lazım.”
Orada bulunan diğer güvenliklerden bayan (neredeyse gerçekten bayıyordu) olanı, bizi bomboş olan çantam nedeniyle içeri almayan mesaidaşını korumak üzere atıldı derhal. Girişimi sonuç vermeyince de hemen telefon edip çağırdı malum kişiyi. O gelene kadar da çantalarım elle kontrol edildi yeniden. Her şey masumdu. Bomba imha uzmanının bile bulamadığı ve benim unutmuş olduğum, belki de aylardır duran maket bıçağım el ile aramayla tespit edildi.
Çanta tutkunu arkadaş nihayet belirdi yanımızda ve evet hiç şaşmadan “çanta ille çanta” türküsünü söylemeyi sürdürdü. Olumlu yaklaşan güvenlikçi arkadaşla anlaşmak istemiyordu.
“Abi o çanta boş!”
“Olsun. Sökülecek…”
“Yandaki cep çantadan sadece bu maket bıçağı çıktı.”
“Çanta x-ray’den geçecek…”
Birden jeton düşmüş gibi yanındaki arkadaşının elindekini bana gösterip göğsünü kabarttı. Zannedersiniz bir balyoz bulmuş da onunla beni yerin dibine gömecek.
“Bak bunu nasıl bulacaktık?”
“Kardeşim, iyi misin sen? O arkadaş aradı ve buldu. Sen arasaydın sen bulacaktın.”
Ona güç veren o manevi balyoz, deniz kumu gibi dağıldı…
“Bakın arkadaşlar, bu kadar lüks ve şatafat içinde teknolojiden bu kadar yoksun mu burası? Dedektörünüz bile mi yok?” diye bende şalterler yavaş yavaş atmaya başladı. Ama ne mümkün, inatçı arkadaş ‘nuh’ diyor, ‘peygamber’ demiyordu. Kendisine bomba imha tutanağıyla girişimizin mümkün olabildiğini öğrendiğimizi ve birazdan tutanağın kendisine iletileceğini dillendiriyoruz fakat kafa, tak tak nato mermer.
Ve ben nihayet çileden çıktım! Arkadaşım “bir yarım saat daha kaybetmek istemiyorum, gidelim abi” dediyse de, ben avazım çıktığı kadar bağırarak ve sinirlenerek gerildiğimden yerimden arabadan neredeyse düşecek kadar hareketli bir şekilde “sen gidersen git, bu iş inada bindi, bu adam beni içeri alacak” dedim.
Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla koca kütüphaneyi inletmişim. Etraftakiler ve diğer görevliler beni susturmak için çaba harcarken ben daha beter bir hale geliyordum.
Mesaidaşı olan o bayan görevli, “prosedür böyle” dediğinde arabamı ona nasıl çevirdim hiç hatırlamıyorum ama gözlerini delercesine yüzüne bakarak; “‘beni aramayın’ demiyorum ki” cevabımla resmen tükürdüm suratına.
Çanta fetişistliği yapan güvenliğe bağırıp çağırmayı sürdürüyordum. Ve hakkım olanı engellediğini, bu yüzden de suç işlediğini kafasına sokmaya çalışıyordum. Fakat gerçekten; her birini canımdan çok sevdiğim down sendromlu otistik kardeşlerim gibiydi adam. Takmıştı kafasını çantama.
“Sana emrediyorum! Beni içeri alacaksın…”
“Sen kimsin de emir veriyorsun bana?”
“Bir vatandaş olarak emir veriyorum!”
Derken telefonu çaldı.
“Öyle mi…? Tamam… Peki…”
Bu 3-4 kelimeden sonra eliyle bize yol göstererek: “BUYRUN… GİREBİLİRSİNİZ…” demek zorunda kaldı.
Emri yerine getiren o güvenliğe bakıp gülümsedim. İçimden de ‘aferin sana, böyle olacaksın’ demeden edemedim.
İlk iş olarak arkadaşımla tuvalete gidip içimizde biriken kötülükleri bıraktık. Güvenlik girişinde dedektörü bile bulunmayan kütüphane lavabosunun rahatlığı ve şahaneliği şaşırtıcıydı. Dedektöre bütçe ayıramamışlar ama itibardan da hiç ödün vermemişler.
Tüm gerginliği kısa sürede üzerimizden atıp Millet Kütüphanesi keşfine koyulduk, hem de neşe içinde. İnanın birde üstüne üstlük kütüphaneye resmen üye oldum.
Bir ara aklıma kendi kitaplarım geldi. Kitapları araştırabildiğiniz dokunmatik ekranların birine arkadaşım adımı yazdı. Amaniiin! Bir de ne göreyim? Millet Kütüphanesi’ndeki raflarda kitaplarım var. Üyeliğimi yapan banko görevlisi hanımefendi söyledi: “Kitaplarınız ‘özel koleksiyon’ serisi olarak yer alıyor.”
Yine gideceğim Millet Kütüphanesi’ne. Ve bu defa kitaplarımın tamamını imzalayarak set olarak götürüp kendi adıma Özel Koleksiyon şeklinde bağışlayacağım.
O güvenlik görevlisine de tekrar denk gelirsem eğer; “Yukarı çıkıp benden bir çay iç, ama mutlaka kitap eşliğinde. Al bu da benim kartım. Beni unutmazsın artık…” diyeceğim.
Yorumlar