Türkiye’de beklemek, bir sabır meselesi değil artık.
Bir yaşam biçimi.
Bir alışkanlık.
Hatta bir yetenek.
Ve öyle hissediyorum ki...
Artık bizim millî sporumuz beklemek.
Hastanede bekliyoruz.
Muayene için sıra alıyoruz, sonra sıra için tekrar sıra alıyoruz.
Sonuçları almak ayrı bekleyiş, tedaviye başlamak bambaşka bir lig.
Otobüs bekliyoruz.
Dakika yazıyor, ama o dakika öyle bir dakika değil.
İçinde dört mevsim var, üç hükümet değişebilir, iki kere sabrın taşar.
KPSS bekliyoruz.
Sınava çalışıyoruz, umutla giriyoruz.
Sonra “mülakat” diye bir kural değişiyor.
Dereceyle giren, “Siz yeterince heyecanlı değildiniz” cevabıyla eleniyor.
Adalet bekliyoruz.
Dava açılıyor, duruşma tarihi veriliyor: 2027.
O zamana kadar ya unutuyoruz ya alışıyoruz.
Ama adalete ulaşmak, suyun buz tutması gibi yavaş artık.
Aşk bile bekletiyor bu ülkede.
“Yazacağım” deyip dönmeyen mesajlar,
“Konuşmamız lazım” deyip saatlerce açıklama yapmayan insanlar...
Beklemek bizde öyle derinleşti ki, artık bazen hiçbir şey beklememek bile bir beklenti haline geldi.
Ve işin kötüsü, her bekleyişin sonunda bir umut bağlanıyor.
Ama bazen o umut, eskimiş bir salıncak gibi:
Bindikçe eğiliyor, sallanıyor, ama bir yere gitmiyor.
Köşeden bakınca şunu görüyorum:
Biz bu kadar çok beklediğimiz için bu kadar yorgunuz.
Ve bu kadar sessiziz.
Beklemek çünkü sadece zaman kaybı değil.
Hayatın durdurulmuş hali.
İçten içe erime hali.
Ama yine de umutluyuz.
Çünkü bu topraklarda beklemek demek, her şeyin bir gün olabilirliği demek.
“Bir gün...”
“Bir şekilde...”
“Olursa...”
Bu üç kelimeyle yaşayan milyonlarca insan var.
Ve belki de tam bu yüzden hâlâ buradayız.
Hâlâ bekliyoruz.
Sadece otobüsü, sıramızı, sevdiğimizi değil...
Biraz da kendimizi.
Çünkü biliyoruz ki;
Beklemek bizde her zaman bir çareye, bir sabaha, bir mucizeye çıkar.
Ve bu ülke, beklemeyi bilen insanların omzunda yükselir.
Belki geç, belki zor...
Ama bir gün mutlaka.
Yorumlar