Ayşe işe gitmediği o sabah bunun bir karar değil, bir tepki olduğunu anlamıştı. Hayır, isyan değildi bu. Sessizliğin bir şekliydi. O sabah uyandığında Ankara’nın göğünde bir şey eksikti. Belki ışık belki de zaman. Ama en çok da anlam. Camdan dışarı baktı. Duran bir şey vardı şehirde. İnsanlar yürüyor, arabalar geçiyor ama hiçbir şey yer değiştirmiyordu. Ya da herkes gidiyordu ama kimse gitmiyordu. Tıpkı kendisi gibi.
Kalktı. Kahve koydu. Ve sonra açmadığı bir çekmeceyi açtı. Hiçbir şey aramıyordu ama, bir şey buldu. Eski bir dosya ve içinde yanmış bir kâğıt. Yazının çoğu gitmişti. Lâkin ortada iki kelimelik tek bir cümle kalmıştı: “Ağaç candır.”
Cümle tanıdık geldi ama nedenini bilmiyordu. Belki de çocukluğundan kalma bir masal kitabından alıntıydı. Fakat bu cümle Ayşe’nin zihninde bir kırılma hissi oluşturdu. Ardından yok olmaya itilen bir ismi ses olarak duydu sanki! Kemal…
Öyle ki, yıllardır biri onun adı hatırlanmasın diye çalışıyordu adeta. İsim; zihninin içinde ince, zar zor duyulan bir sızı gibi duruyordu. Ne zaman düşünülmeye başlansa eksiliyordu. Ama eksildikçe de bir o kadar inadına büyüyordu.
Peki Kemal kimdi?
Ayşe hatırlayamıyordu. Ama hatırlayamamanın bile bir hafızası vardı elbette. Bazı boşluklar içlerinde ses taşır. Ayşe o sabah Kemal’i tanımıyor, ama özlüyordu.
Ardından evden çıktı. Sokaklar gürültülüydü, ama içeriksizdi de. Sloganlar, kampanyalar, şikâyetler, politik dedikodular. Herkes konuşuyordu. Ama hiç kimse bir başkasının ne dediğini dinlemiyordu. Herkes haklıydı. Herkes mağdurdu. Ve herkes, herkesi unuturken kendisini hatırlıyordu.
Kocatepe’nin arka sokaklarında yürürken bir duvarda şu yazıyı gördü Ayşe: “Hatırlamak yasak değildir. Sadece tehlikelidir.”
İçinden bir şeyler titredi! Yazıyı kim yazmıştı? Ne zaman yazmıştı? Ne sebeple yazmıştı? Ve bu yazıyı neden kendisine hitap ediliyormuş gibi hissetmişti? Bilmedi, bilemedi.
Ama o gece rüya gördü. Rüyasında bir park vardı. Yaşlı bir ağaç ve bankta oturan bir adam. Gözlükleri yoktu adamın. Konuşmuyordu da. Ama Ayşe ilginç bir şekilde onun sesini işitebiliyordu! “Bir gün bu ülke hafızasını kaybedecek. Ve işte o gün aşk da unutulacak. Ama biz hatırlarsak unutturulmaya çalışılanı, belki kurtarırız.”
Ayşe uyanınca ilk düşündüğü şey şu oldu: Bu bir rüya değil. Bu bir anıydı… Ve anı, politik bir alandır gerçekte. Çünkü hatırlamak, yalnızca kişisel değildir. Bir toplum neyi hatırlıyorsa odur. Ve ona neyi unutturduysan, orada hüküm sürer.
O gün Ayşe işe dönmedi. Günlerce geçmişini yokladı. Arşivlerde çalıştığı yılları, öğrenci günlerini, ilk oy kullandığı günü, ilk küfrettiği geceyi. Ama en çok da ilk kez sustuğu ânı.
Kemal oradaydı ama devletin kayıtlarında yoktu. Telefon rehberlerinde, seçmen listelerinde, SGK sisteminde, nüfus verisinde, sosyal medyada, vesaire… Hiçbir yerde yoktu. Adeta hiç var olmamıştı gibiydi.
Ama Ayşe, onun sesini kalbinde duyabiliyordu. Çünkü sistem, insanların birbirini unutmasını istiyordu. Aşk da bu yüzden bir tehdit hâline gelmişti. Oysa aşk iki kişinin birbirini hatırlama ısrarıdır. Ve bir ülkede insanlar birbirini yeterince hatırlarsa, o ülkeye yönetilemez ve hükmedilemez bir alan güneş gibi doğar: ‘Vicdan’…
Ayşe bir karar verdi! Kemal’i bulamayacaktı bir daha belki ama onun bıraktığı izi takip edecekti. Bunu yaparsa yalnızca bir adamı değil, bir halkın kurtuluşunu da hatırlayabilecekti. Çünkü bazı aşklar kişisel olmaktan çıkar. Simgesel olur. Bir kök gibi derine iner.
Ayşe kendisini terk eden adamı değil, terk edilmiş bir toplumu seviyordu artık.
Kemal, hatırlamak istemeyenlerin ülkesinde bir hatıra olarak yaşıyordu. Ve Ayşe o hatırayı büyütmeye karar verdi.
Bir sabah, Kızılay meydanında Ayşe yere oturdu. Yanına kimse gelmedi. Konuşmadı. Slogan atmadı. Sadece eline bir kâğıt aldı ve büyük harflerle yazdı: BEN HATIRLIYORUM.
Polis gelmedi. Kimse müdahale etmedi. Çünkü sistem onun ne yaptığını anlayamadı. Oysa Ayşe, sessiz bir darbe yapmıştı. Unutmayı reddetmişti.
O günün akşamında biri duvarlara şu cümleyi yazdı. “Ağaç candır. Çünkü içinde hafıza vardır.” Sonra başka biri, “Kemal kim?” Sonra başka biri, “Benim de vardı bir Kemal’im.” Ve şehir büyüdü.
Kimse meydanlara çıkmadı. Kimse bağırmadı. Ama herkes hatırladı. İlk öpüşmesini. İlk yalanını. İlk korkusunu. İlk sevişmesini. İlk hayal kırıklığını. Ve ilk Mustafa’sını.
O gece bir kadın evinde ağladı. Bir adam yürürken yere baktı ve gülümsedi. Bir çocuk annesine “Sen hiç âşık oldun mu?” diye sordu.
Ayşe tekrar sokağa çıktığında şehir değişmişti. Hiçbir bina yıkılmamış, hiçbir seçim iptal edilmemiş, hiçbir yasa değişmemişti. Ama insanlar artık birbirinin gözlerine bakıyordu. Ve göz teması, iktidarın göremediği ilk direniştir.
Ayşe’nin hikâyesi bitmedi. Çünkü o artık bir kişi değil. Bir hâfıza olmuştu. Ve hâfıza, bir ülkeyi yeniden kurabilir.
Ayşe artık Kemal’in yüzünü hatırlamıyordu. Ama sesini hatırlıyordu. Gözlerinin içinden geçen o sakin kararlılığı. Bazı insanlar bağırmaz. Yalnızca bakar. Ve o bakış bir toplumun yüreğini değiştirmeye yeter.
Zamanla şehirde duvar yazıları çoğaldı. “Ağaç candır.” “Ben hatırlıyorum.” “Siz unuttunuz.” Bu cümleler kimseyi hedef almıyor ama herkesi yaralıyordu. Çünkü unutmanın bedeli hafifti; ta ki biri hatırlayana kadar. Ayşe yalnız değildi artık. Gençler meydanlarda toplanmıyor ama kütüphanelerde kitap istiyordu. Kadınlar susmuyordu. Adamlar sustuklarından utanmaya başlamıştı. Ve çocuklar soru soruyordu.
Ayşe yürüyordu. Sokağa çıktığında, kaldırım taşlarının arası artık çatlamış değildi. Sanki birileri oraya yeniden toprak serpmişti. O gün bir yaşlı adam Ayşe’nin eline sararmış bir mektup tutuşturdu. “Siz misiniz bilmiyorum,” dedi, “ama bu size ait gibi geldi.” Ayşe açtı. El yazısı tanıdık geldi. Sonunda şu cümle vardı: “Unutmak kolaydır. Unutturmak da. Ama bir halk, neyi özlediğini yeniden hatırladığında, her şey değişir.” Ve hemen altında o isim: Kemal.
Ayşe kalakaldı. Bu bir kişi miydi? Bir aşk mıydı? Yoksa bir fikir mi?
O gece, rüyasında aynı parkta yeniden Kemal’i gördü. Bu kez yüzü netti. Sakindi. Elinde bir kitap vardı. Üstünde sadece şu yazıyordu: NUTUK…
Uyandığında, sanki odadaki hava değişmişti. Şehir daha ağır ama daha dürüst görünüyordu. Her şey yerli yerindeydi ama hiçbir şey aynı değildi.
Ayşe anladı. Kemal, sadece bir adam değildi. Onun özlediği bakış; bir liderin, bir halkın kaderini kendi ellerine emanet eden gözlerinin bakışıydı. Onun özlediği aşk; bir halkın kendisini sevme, özgür olma, ayakta durma aşkıydı. Onun özlediği kişi, Mustafa Kemal Atatürk’tü.
Sistemin yıllarca yontarak törpülediği, sadece resimlere ve bayramlara hapsettiği bir varlık değil. Düşünen, direnen, inanan, halkına güvenen bir fikir. Bir hatıra değil, bir direniş biçimi. Ve Ayşe bunu hatırlamıştı. Kendi kalbinde. Kendi yalnızlığında.
Bir ülke, kendini sevdiği kadar özgürdür. Ve o sevgi bazen bir kadının gözlerinden başlar. Bazen bir adamın unutturduğu bir ismin içinden geçer.
Ayşe artık biliyordu: Aşk sandığı şey, ülkesinin ona unutturmaya çalıştığı her şeydi! Adaletti. Eşitlikti. Özgürlüktü. Ve o eşsiz inanç: “Bağımsızlık, karakterimdir” sözü.
O gün şehirde son bir yazı belirdi duvarda. Kimin yazdığı bilinmiyordu. Belki Ayşe. Belki başka biri. Belki de herkes. Şöyle diyordu o yazı: “Ben seni sevmedim sadece. Ben seni hatırladım. Ve hatırlamak, sevmekten daha büyüktür.”
Ve altında tek bir imza vardı: Kemal…
Yorumlar