Responsive Navbar with Sidebar
DOLAR 36,6544 EURO 40,0501 STERLİN 47,5972 GRAM ALTIN 3.566,01 BIST 100 10.828,10 BITCOIN $81.684
Facebook TwitterX Instagram YouTube

Arama Haber Code Logo Arama

HABERLER

SORGUNUN ÜÇ YÜZÜ

Giriş: 06.08.2025 14:31
Paylaş
SORGUNUN ÜÇ YÜZÜ

TESLİMİYET

“Dua bazen konuşulmayan her şeydir.”

Sabah ezanıyla birlikte Mevlüt gözlerini açtı. Hava hâlâ karanlıktı. Perdeden süzülen olgun ışık odanın köşesine vuruyordu. Kalktı. Sessizce banyoya gitti. Abdest aldı. Banyodan çıkarken aynadaki yansımasına göz ucuyla baktı. Sakalı biraz uzamıştı ve saçlarına gri bir sabır yayılmıştı.

Oturma odasına geçti. Kanepeye çöktü. Elindeki tespihi çevirmeye başladı. İçinden tekrarlıyordu: “Allah’ım bu çocukları doğru yoldan ayırma.”

Oğlu Cihan geçen haftaki akşam yemeğinden beri onunla konuşmuyordu. Aslında konuşmuştu ama Mevlüt duymak istememişti. “Baba” demişti Cihan “bazı şeyleri artık kendimiz düşünmeliyiz. Yani her şeyin cevabı bir kitapta yazmaz. Bazen akıl da lazım...” Mevlüt sadece kafasını sallamış sonra sofradan kalkmıştı. Kırılmamıştı aslında. Sadece korkmuştu. Kendisinin doğru bildiği şeyler çocuğunun gözünde artık boş muydu?

Kahvaltıyı erken yaparlardı her zaman. O gün eşi Zeynep hâlâ uyuyordu. Sakin ve sessiz bir kadın olan Zeynep, Mevlüt’ün inançlarına hep destek olmuştu. “Sen bilirsin Mevlüt” derdi “sen neye inanıyorsan ben de ona inanırım.” Ama artık o da farkındaydı Cihan değişiyordu.

Televizyonu açtı Mevlüt. Her sabah yaptığı gibi haber kanalını buldu. Ekonomi kötüye gidiyordu. Dolar yükselmişti. Gençler işsizdi. Ama ekrandaki yorumcular sakin konuşuyordu. “Sabretmemiz lazım. Büyük bir imtihandayız.” Mevlüt başını eğdi. İmtihan sözü onu hep derinleştirirdi. Zor olanı kabullenmek! Onun iç dünyasında bu hep daha erdemli görünürdü.

Sokağa çıktı. Bakkala yürüdü. Selam verdiği herkesin yüzünde yorgun ama kabullenmiş bir ifade vardı. Mahallede herkes birbirini tanırdı. Herkes aynı dizileri izler, aynı duaları eder, aynı şeylere üzülürdü. Kimse sorgulamazdı. Zaten sorgulamak için zaman da yoktu.

Simit aldı. Eve dönerken de otobüs durağında bekleyen gençleri gördü. Kulağında kulaklık, ellerinde kitap. Cihan gibiydiler. O an içi burkuldu. “Acaba bizim bildiğimiz şeyler artık onların bilmediği şeyler mi oldu?” diye düşündü. Sonra hemen içine gömdü o düşünceyi. “Hayır!” dedi kendi kendine. “Doğru değişmez. Doğru yüzyıllık olandır. Yeni olan kafayı karıştırır.”

Eve döndüğünde Zeynep uyanmıştı. “Namazını kıldın mı?” diye sordu. “Kıldım… Sonra da dua ettim bizim çocuk için.” dedi Mevlüt.

O an sustular. Çünkü ikisi de biliyordu ki dua artık bir istek değil bir savunmaydı. İnanç ise onların dünyasında artık sadece umut değil bir tutunma biçimiydi.

Gece olunca Cihan hâlâ gelmemişti. Mevlüt kapının önüne çıktı. Gökyüzüne baktı.

Yıldızları gördü. Eskiden gökyüzü hep daha yakındı sanki. Şimdiyse hem kendine hem oğluna çok uzaktaydı.

Ve o gece Mevlüt ilk kez içinden şöyle geçirdi: “Ya doğru bildiklerim sadece bildiklerimden ibaretse?”

İlk defa korktuğu şey ölüm değil hakikatti. Ama o yine de dua etti. Ve ertesi sabah yeniden tespihine sarıldı.

“Birinci kapıdan geçenler sessizdir. Çünkü konuşmanın yerine dua ederler. Sorgulamanın yerine sabrı koyarlar. Ve susmanın erdem olduğuna inanırlar.”

SORGU

“Hakikat önce yalnız bırakır sonra özgür kılar.”

Cihan sabahın erken saatlerinde Elif’in okuduğu üniversite kütüphanesine gitti. Gazeteye vereceği yeni bir haber için çalışıyordu. Pencereden içeri süzülen ışık kitapların tozunu görünür kılıyordu. Önündeki masada üst üste yığılmış kitaplar, notlar ve bitmemiş bir makale vardı. Gözlerinde uykusuzluğun ve zihninde yorgun bir isyanın izi vardı…

Önceki gün bir arkadaşıyla tartışmıştı. “Sen bu kadar sorgulayarak nereye varacaksın?” demişti arkadaşı. “Bir yere varmak için değil” demişti Cihan “sadece artık kör yürüyemem.” O an yalnızlığın içinde kaldığını anlamıştı. İnançla büyüyen biri için en sancılı kopuş kendi aklının kapısını aralamaktı.

Cihan hâlâ babasını severdi. Onun sadeliğini, içtenliğini, dualarını... Ama artık o dualar Cihan’a yetmiyordu. Babasının söylediği “Allah verir sabret evladım.” cümlesi kulağında bir zincir gibi çınlıyordu şimdi. Çünkü Cihan, sabrın bazen öğretilmiş suskunluk olduğunu fark etmişti.

Öğle arasında kampüsteki kafeye indi. Masasına her zamanki gibi Elif geldi.

Felsefe öğrencisiydi. Duru bir sesi ve keskin bir zekâsı vardı. “Yine yalnızsın!” dedi Elif.

Cihan gülümsedi. “Yalnızlık burada düşünmenin yan etkisi.” diye karşılık verdi.

Elif bir süre sustu. Sonra defterinden bir alıntı okudu: “Hakikat; önce seni inandıklarından eder sonra seni senden alır. Ama en sonunda seni kendine döndürür.”

Cihan gözlerini defterden kaçırdı. “İnanmak istiyorum hâlâ…” dedi. “Ama artık eski anlamıyla değil. Sorgulamadan edilen inanç sadece bir konfor alanıymış.”

Elif ona çayından bir yudum uzattı. “Çoğu insan seni anlayamaz Cihan. Çünkü sen bir kapıyı çaldın. O kapıdan geçince geri dönüş yoktur.”

Bu cümle Cihan’ın zihninde yankılandı. İkinci kapı! Sorgulamanın kapısı. İnancı inkâr etmeyen ama onu sorgu süzgecinden geçiren yer. Burada doğru tek başına verilmezdi, aranıp bulunurdu.

Akşam eve döndüğünde babası onu karşıladı. Sofrada Zeynep sessizce yemeğini karıştırıyordu. Mevlüt birkaç dakikalık sessizlikten sonra konuştu: “Cihan nereye gidiyorsun böyle?” Cihan durdu. Babasının sesi kırılmıştı. Sanki onun tanıdığı dünya yerinden oynamış gibiydi.

“Baba” dedi Cihan “ben sadece bana verilenle yetinemiyorum. Kendi doğrumu arıyorum. Bu bir isyan değil. Bu bir yürümek.” Mevlüt başını eğdi. Zeynep’in gözleri doldu.

Cihan o gece odasına çekildi ve bilgisayarını açtı. Yeni yazısına şu cümleyle başladı: “İkinci kapıdan geçmek kalabalıktan ayrılmak demektir. Ama asıl orada başlar insan olmak. Sorgulamak inancın düşmanı değil kardeşidir. Çünkü hakikat kendinden korkmayanların yanındadır.”

Gece boyunca yazdı Cihan. Yalnızdı. Ama yalnızlığı bir karanlık değil de bir uyanış gibi hissetti.

“Bir gün herkes ikinci kapıyı çalmalı. Çünkü orada sadece cevaplar değil önce kendinle yüzleşme gerçeği vardır. Ve her hakikat önce seni parçalar, sonra seni yeniden kurar.”

OYUN

“Hakikat susturulduğunda, yalan konuşmaz… Gülümser.”

Semih genelde, özellikle de geceleri hiç uyumazdı. Çünkü geceler onun en iyi strateji saatleriydi. Karanlık onun için yalnızlık değildi, bir ekran gibi işlev görürdü! Kimin neye inandığını daha iyi gösterirdi.

Ellili yaşların başındaydı. Siyaset Bilimi’nden mezundu ama okulda öğrendiğinden çok daha fazlasını insanlar sessizken öğrenmişti. İnsanların hangi korkulara sustuğunu, hangi umutlara inandığını, hangi cümlelere diz çöktüğünü ezbere bilirdi.

Semih bir siyasal iletişim danışmanıydı. Partiler, vakıflar, medya patronları, belediyeler ve daha birçok yer… Hepsi onun kapısını çalardı. Çünkü onun cümleleri inananları değil de inancı yönetenleri güçlendirirdi.

Geniş ofisinin camından dışarı baktı. Şehrin üstüne doğan gün her şeyi aynı gösteriyordu. Kalabalık bir ortam, aceleci insanlar, kuyruk sıraları ve tabi dua…

Masasının köşesindeki çerçevede gençliğine ait bir fotoğraf vardı. O zamanlar gözleri daha yorgun ama daha dürüsttü. Bir yaz okulunda özgür düşüncenin peşinde koşarken çekilmişti. O günleri hatırlamak istemiyordu artık. Çünkü her inanç yüzleşmeyle bozulurdu.

Cep telefonuna bir mesaj geldi! “Bu akşam yayına çıkıyorsunuz. Ana tema: Milli birlik ve inanç.” Semih aynaya baktı. Kravatını düzeltti. Gülümsedi. Bu onun işiydi:

Yönetmek… Kelimelerle. İnançla. İnsanlığın bilinçdışıyla.

Akşam televizyonda konuştu: “Toplumumuzun en büyük gücü inancıdır ve ailelerimizin çekirdeği maneviyattır. Biz geçmişten gelen değerlerle geleceği kuracağız.”

Tüm çalışan ekip program bitimiyle stüdyoyu alkışlarla doldurdu. Sunucu gülümsedi. Semih notlarını toplarken arkasındaki kameramanla göz göze geldi. Genç adamın gözlerinde bir buğu ve bir suskunluk vardı. Semih bunu tanıyordu! İkinci kapının yorgun ama uyanık bakışıydı.

Yayından çıkınca arabasına bindi. Arka koltukta gözlerini kapattı. Ama içi kapanmadı. Çünkü her gün tekrarladığı oyunun artık kendi içinde de boşluklar bıraktığını hissediyordu. İnancı satarken kendi inancını nereye gömdüğünü bilmiyordu artık.

Gençliğinde Cihan gibiydi o da. Sorgulayan, yazan, düşünen biri… Ama sonra bir yerlerde şunu anlamıştı: Gerçekçi konuşmak bazen aç kalmaktı. O da tercihini yaptı ve ikna etmeyi seçti. Kandırmamayı değil kontrollü yönlendirmeyi.

Ama yıllar sonra bir gazetede okuduğu köşe yazısı içinde eski bir şeyi dürttü.

Bir üniversite öğrencisinin yazısıydı: “Bir gün herkes ikinci kapıyı çalmalı. Çünkü orada sadece bilgi değil yüzleşme de vardır. Ve yüzleşmeden geçen biri artık kolay yalan söyleyemezdi.”

Yıllar sonra Semih o gün ilk defa sustu. Sadece ofisinde oturdu ve pencereden dışarıya baktı. Sonra birden kalkıp aynanın önüne geçti. Ardından da kendi kendine fısıldadı: “Bir zamanlar ben de ikinci kapının önündeydim.”

“Üçüncü kapıdan geçenler kelimeleri silah gibi kullanır. Ama her silah bir gün sahibine döner. Ve insanoğlu en çok da kendi yalanından korkar.”

ÇARPIŞMA

“Bazı kapılar kapanmaz. Sadece yüz çevrilir.”

Cihan sabah beşte uyanmış yıllardır içini kemiren o haberi yazmaya karar vermişti. Konusu basitti ama etkisi büyüktü: “Bir siyasi danışmanın inancı propaganda için kullandığı gizli notlar.” Kaynak sağlamdı. Belgeler gerçekti. İsmi geçen kişi de belliydi: Semih Turan.

Cihan, haberi yayınlamadan önce bir şey yaptı! Yazıyı bastı, zımbaladı ve bir kopyasını babası Mevlüt’ün oturduğu koltuğun üstüne bıraktı. Hiçbir not yazmadı. Sadece metnin en altına bir cümle ekledi: “Baba, bu kapının anahtarı elimdeydi. Açmak zorundaydım.”

Mevlüt yazıyı akşam saatlerinde fark etti. Elleri titriyordu. Kısa bir süre okudu sonra başını kaldırdı. Bir yabancıymış gibi hissetti. Okurken Zeynep de yanındaydı. Oğlu, inandığı her şeyin üzerine yazı yazmıştı. Kendisinin kutsal bildiği bir yapıyı sorgulamış hatta ifşa etmişti.

Zeynep sessizce yanına oturdu. “Cihan mı yazmış bunu?” Mevlüt gözlerini kısmadan bir süre boşluğa baktı ve “Evet… Ama daha kötüsü, haklı olabilir.” dedi.

O gece ilk kez namazı yarıda kesti Mevlüt. Çünkü duasının sonunu getiremedi.

Semih, belgelerin sızdırıldığını bir danışmanından öğrendi. Panik yapmadı. Krizleri yönetmek onun uzmanlık alanıydı.

Ama bu sefer farklıydı. Haberi yazan çocuk Tütüncü ailesinden Cihan’dı. İsmi tanıdık geldi. Bir araştırma arşivinden onun eski yazılarını buldu. Okudukça tedirgin oldu. Çünkü o yazılarda Semih’in yıllar önce sildiği kendi fikirlerinin yankısı vardı.

Cihan’ı özel bir toplantıya davet ettirdi. “Yazını geri çekersen; sana yeni bir iş ve destek sağlayabiliriz.” dedi Semih’in gönderdiği aracı. Cihan kabul etmedi elbette. Teklifin değil içindeki sessiz korkunun reddiydi ama bu.

Semih son çare olarak Cihan’la birebir görüşmek istedi. Bir otelin toplantı salonunda buluştular. İkisi de sustu önce. Sonra Semih konuştu: “Bak Cihan! Bir gün sen de anlayacaksın. Gerçeği bilmek yetmez. Kalabalıklara anlatmak bazen zarar verir. Herkes hakikati duymak istemez.”

Cihan gözlerini kaçırmadan cevap verdi: “Ben zaten hakikati herkes duysun diye değil duymamış gibi yapanlar duysun diye yazıyorum.” Semih bir an durdu. Sanki biri gençliğinden kalkıp karşısına dikilmişti. “Sen bendin bir zamanlar!” dedi. Cihan ayağa kalktı. “Hayır… Siz de bendiniz ama artık siz sizsiniz ve ben henüz kendim olmaktan vazgeçmedim.” diye karşılık verdi ve kapıdan çıktı. Ardında sustukça büyüyen bir sessizlik bıraktı.

Ertesi sabah haber yayımlandı. Gazeteler, internet siteleri, sosyal medya… Cihan’ın yazısı bir taş gibi düştü ortalığa. Semih’in itibarı sarsıldı tabi.

Mevlüt sokağa çıktığında mahalleli imalı konuşuyordu: “Senin çocuk, helal olsun ama bizim inancımızı zedeledi.” Mevlüt susuyordu. Zarar mı vermişti Cihan? Yoksa uyandırmış mıydı? O gece televizyonu açmadı. Tespihini bıraktı. Pencereden dışarı baktı. Gökyüzü aynıydı ama içindeki dünya tamamen değişmişti.

“Bazen hakikat; babanın duasını, oğulun yazısını ve bir başkasının suskunluğunu aynı anda kırar. Çünkü bazı kapılar yalnızca içeriden açılır.”

EŞİK

“Bazı kapılar açılmaz ama çalınması yeterlidir.”

Cihan sessiz bir döneme girdi. Yazısı yayımlandıktan sonra onu tebrik edenler olmuştu ama daha çok sessizlik büyümüştü etrafında. Telefonları sustu. Bazı arkadaşları görüşmeyi kesti. Bazılarıysa selamını yarım bıraktı. Ama onun içi rahattı. Çünkü ilk kez kelimelerini tam anlamıyla sahiplenmişti.

Üniversite kütüphanesinin arka bahçesindeki taş bankta otururken Elif yanına geldi. “Elinde miydi bu yalnızlık?” diye sordu. Cihan başını eğdi. “Ben sadece kapıyı çaldım. Kimse açmak zorunda değil ama çalınması gerekiyordu.”

Sonra defterini çıkardı. Yeni yazısına şöyle başladı: “Bir inanç ne kadar kutsal olursa olsun ona zarar veren şey sorgulamak değil onu araçsallaştırmaktır. Bir gün herkes ikinci kapıyı çalmalı. Belki içeri giremez. Ama kapının orada olduğunu bilmek bile yeter kendisine.”

Mevlüt mahallenin küçük cami avlusunda oturuyordu. Yanına çocukluk arkadaşı Hamdi oturdu. “Okudum Cihan’ın yazısını.” dedi. Mevlüt derin bir nefes aldı. “Ben de okudum. Eskiden olsa kızardım. Ama artık, artık sadece düşünüyorum.” Hamdi şaşırdı. “Düşünmek mi?” Mevlüt gülümsedi ve “Bu yaşa kadar hep dua ettim. İlk kez aklımla içime eğiliyorum. Bu da bir tür ibadet belki.” dedi. Hamdi sustu. İkisinin arasına düşen sessizlik bir ömürlük inancın çatlağından sızan ışıktı.

Semih, hakkında açılan soruşturmalardan sonra danışmanlıktan çekilmişti ama o hâlâ güçlüydü… Evinin terasında tek başına otururken eski defterlerini açtı. Bir sayfanın köşesinde kendi el yazısıyla şu cümleyi gördü: “Bir gün ikinci kapıyı tekrar çalacağım.” Gülümsedi. “Geç bile kaldım.” dedi kendi kendine. Ama sonra iç ses devam etti: “Geç kalmak başka, çalmamak çok daha başka.” O gece uzun bir süre sonra ilk kez bir yazı yazdı. Hiçbir yerde değerlendirmedi. Sadece bir cümle yazdı ve bilgisayarına kaydetti. “Hakikat iktidarı sarsmaz, sadece aynaya bakmayı zorlaştırır.”

Haftalar sonra, üniversitede genç bir grup öğrenci kendi aralarında tartışma kulübü kurdu. İsmini “İkinci Kapı” koydular. İlk konuk konuşmacı Cihan’dı. Ama konuşma sonunda söz babası Mevlüt’e verildi. Kalabalık şaşırdı. Mevlüt kürsüye yaslanarak konuştu: “Ben oğlu o yazıyı yazdığında susan bir babaydım. Şimdi konuşuyorum çünkü anladım ki dua bir kapıdır. Ama kapıdan geçmek için de yürümek gerek. Ve yürümek için de bazen inandığını sorgulamak…”

Salon sessizdi. Sonra alkış koptu. Ama alkış değil yüzlerdeki ifadeydi gerçek olan. Kapılar kıpırdamıştı.

“Üç kapı vardır: İlki her şeyi olduğu gibi kabullenir. Üçüncüsü her şeyi yönetmek ister. Ama ikinci kapı seni sana döndürür. Ve bir gün herkes ikinci kapıyı çalmalıdır.”

SON

“Din sıradan insanlar için gerçek, aydınlar için yalan, iktidarlar içinse kullanışlıdır.” Lucius Annaeus Seneca.

Yorumlar

Haber Arama